Ters çevrilmiş fincanlar, masanın başında bekleyen insanlar ve çağrılan geçmişin ruhları… Masa da masaymış ha! Bin yıllık devlet aklı da orada!

Ama sormazlar mı insana bin yıllık devlet aklının da alzheimer yaşayabileceğini? Devlet aklımız, unutulan ya da hiç öğrenilmemiş bazı hususların da var olabileceğinin farkında olmamış olabilir mi? Ya da bu devlet aklımız, modern bürokratik-ulus devleti inşa etme konusunda ne kadar başarılı olduğunu kendine sormuş mudur?

Yıl 1839… Tanzimat Fermanı ilan edilmiş ve İmparatorluk için sancılı ancak dünya ile uyumlu yeni bir dönemin kapıları açılmıştı. Aslında bunun evveliyatını II. Selim’e kadar dayandırmak mümkündür. İmparatorluk artık modernleşme zaruriyetini kavramış ama zaman içerisinde bürokratik yapı tepki çekmiş ve Yeni Osmanlılar tepkisel bir modernleşmenin yolunu açmıştır. Anayasa ve meşruti monarşi, devletin olmazsa olmazı kabul edilmiş. Birinci Meşrutiyet denemesi başarısızlıkla sonuçlanmış ve istibdat dönemi olarak anılan II. Abdülhamit dönemi başlamıştır. Her ne kadar siyasal modernleşme açısından ilerleme kat edilemese de modernleşme sürecinin eğitim, askeriye, bürokrasi gibi kollarında gelişmeler devam etmiştir. Ancak İmparatorluk coğrafyasında arzu edilen Osmanlı milleti inşa edilememiş ve önce Hristiyan azınlıklar bağımsızlıklarını ilan etmiştir. Devlet aklı, problemleri çözememiş ve bugün dahi etkisini hissettiğimiz ve bir ulus-devlete sahip olabildiysek onlar sayesinde diyeceğimiz “Jön Türkler” ya da ilerleyen süreçte cemiyet halini alan “İttihat ve Terakki Cemiyeti” tarih sahnesine çıkmıştır.

Zurcher, İttihatçılar öyle bir kuşaktı ki kendi kaderlerini avuçları içine almış ve bu özellikleriyle başkalarının kaderlerini de belirlemiş olağanüstü bir kuşaktı der. İttihatçılar iktidara geldiğinde önünde kronik sorunlar çözülemediği, orta sınıf yeni yeni ortaya çıkmış ancak henüz ticari bir burjuva sınıfı oluşmadığı, sokakların ya da caddelerin adı dahi olmadığı, Türk ulusu diye bir olgunun oluşmadığı, bankacılık ve şirketler gibi modern finansın önemli hususların mevcut olmadığı bir tablo ile karşılaşmıştır. İttihatçılar yaklaşık altı yıllık iktidarlarında bu alanlarda önemli adımlar atmış ve bunların önemli bir kısmını da Birinci Dünya Savaşı zamanında yapmıştır.

Statükonun yapamadığını, genç ve idealist, Batılı tarzda eğitim görmüş ve modern dünyayı bilen bir kuşak, sorumluluk alarak ve hatta canlarını ortaya koyarak başarmıştır. Ve bu kuşağın bir üyesi olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve onun ekibiyle de Modern Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur.

Gel zaman git zaman, modern bir devlet kurmanın modern devleti inşa etmek için yeterli olmadığı görülmüştür. İmparatorluk döneminden beri bu coğrafya, belli aralıklarla enflasyon sarmalı içerisine girmiş, kurumları bağımsız olamamış, modern demokrasiyi işletememiştir. Siyaset bir sektöre dönüşmüş ve ölene kadar yapılan ömürlük bir meslek haline gelmiştir. Ekonomik yatırımlar, vizyoner sektörlere yönelmemiş, insan hakları konusunda sınıfta kalınmış, demografik problemler çözülememiş ve anayasal yurttaşlık işletilememiştir. Bilimsel gerçekliklere kafa tutulmuş, dindar-seküler, Türk- Kürt çatışması ile saflar sıklaştırılmış ancak saflar birleştirilmemiştir.

Yargı bağımsızlığı kavram olarak mevcut olmuş ancak fiiliyatta karşılığı olmamış, yolsuzluklar incelenmemiş, devlet-mafya ilişkisi üzerine gidilememiş, asayiş sorunları yükselmiş, TÜİK verileri şeffaf olmadığı için yurttaşlar enflasyon karşısında fakirleştirilmiş, bir Cumhurbaşkanı adayının seçimi kazanması için işsizlik düşük tutulması amacıyla faiz düşürülmüş ve enflasyon patlatılmış, sonra da o aday seçimi kazandıktan sonra faiz arttırımına gidilerek vatandaşlar “iyi de ağam”  pozisyonuna düşürülmüştür.

En kötüsü de hem iktidar hem de muhalefet siyasetçileri tarafından oyu istenen vatandaşa maraba gibi davranılmıştır. En nihayetinde kime oy verirse versin seçmenlerin eli oy pusulasına isteyerek gitmemiştir.

Dünya’da yapay zekâ alanında atılan büyük adımlar, elektrikli araçlar konusunda yaşanan gelişmeler, karbon ayak izi konusunda atılan adımlar tartışılırken Türkiye’de ev ve araba gibi temel ihtiyaçlarını alamayacak bir kuşak gelmektedir. Bu kuşak günlük ihtiyaçlarını zor karşılıyor ve bu da yetmezmiş gibi sorunlu göçmen politikalarının ceremesini de çekecektir. Enteresan olansa belki de İttihatçı kuşaktan sonra Dünya’yı iyi bilen ve onla iç içe olan en vizyoner ve hatta seküler kuşak bu sorunlarla yüzleşmektedir. Ayrıca bu kuşak, kendisine siyasal temsil aramaktadır. Ancak “devlet aklı”, bu kuşağa bir gelecek sunamıyor ve devlet aklının ne kadar akıllı olduğu sorusu bu kuşağın zihninde gezinmektedir.

Düşünsenize, sayılan bu tabloyu yurttaşlarına yaşatmış bir “devlet aklı”, ne kadar akıllı olabilir? İşin daha acı yönü “aklını kaybetmiş bir devlet” ile karşı karşıyayız. Ters çevrilmiş fincanlarla adeta fal bakarak iktidarı muhalefeti fark etmeksizin ülke yöneten ve mevcut konumlarını muhafaza etmek için Atatürk gibi, Osmanlı gibi geçmişin ruhlarını çağırıp onları kendilerine kalkan olarak kullanan siyasetçilerle karşı karşıyız. Bu yeni gelen kuşak olarak buna karşı mücadele etmeli, zamanında İttihatçı kuşağın da yapmış olduğu gibi “kendi kaderimizi avuçlarımızın içine alarak ülkemizin kaderini” değiştirmeliyiz. Çünkü başka şansımız yok.