“Bir kişiyi öldürürsen katil derler. Binlercesini öldürürsen de fatih derler. Eğer hepsini öldürürsen de Tanrı derler.”

Jean-Luc Godard

Fransız Yeni Dalga sinemasının dünyaca ünlü yönetmeni Godard’ın Masculin Feminin filminde yer alan bu replik, 6 Ağustos tarihi açısından ironik bir duruma işaret ediyor.

6 Ağustos 1945: II. Dünya Savaşı'nda ABD tarafından Japonya'nın Hiroşima kentine atom bombası atıldı ve sonucunda 70.000 kişi o anda, on binlerce insan da ileriki yıllarda radyasyon nedeniyle öldü.

Atom bombasının mucidi ekibin başında yer alan, dönemin dahi bilim adamlarından olan Oppenheimer’ın hayatını konu alan sinema filminin vizyonda bulunduğu sürecin bu tarihe denk gelmesi, tesadüf olamaz.

Oppenheimer’ın atom bombasının kullanılması ardından bir halk kahramanı haline geldiği ancak içinde büyük bir pişmanlık duyduğu, hemen akabinde ABD hükümetleri ile arasının açıldığı ve zaman içerisinde “persona non grata”, yani istenmeyen adam haline geldiği bilinen bir gerçektir. Ancak olan olmuştur. Yapılması gereken olanı tanımlamaktır: Katil midir, fatih midir?

Bu bizi insan öldürmenin ahlaki yönünün ne kadar muğlak olduğu temel bir felsefi tartışmaya götürür. Bir savaşta ne kadar çok insan öldürürseniz o kadar kahraman olabiliyorken toplumsal normların oturduğu ve otoritenin sağlıklı işlediği bir yerde ise o kadar ağır cezalara maruz kalırsınız. Bu da esasında Locke, Hobbes ve Rousseau gibi filozofların doğa durumu dediği bir noktaya bizi götürür. Doğa durumunda “insan insanın kurdudur”. Yani norm, düzen ve otorite gibi kavramlar yoktur. Psikanaliz öğretisinin işaret ettiği temel içgüdülerden olan hayatta kalma duygusu ağır basmaktadır ve hayatta kalma motivasyonu, her türlü eylemi meşru hale getirmektedir. Yani siz, karşınızdakini öldürmezseniz o sizi öldürecektir. Dolayısıyla tetiği çekersiniz. Çünkü insan doğal olarak yaşamak ister.

İkinci Dünya Savaşı sürecinde Oppenheimer da kendisinin ve inandığı medeniyetinin yaşamasını istedi. Çünkü onlardan önce Naziler atom bombasını bulsa, kendisini ve inandığı medeniyeti yok edeceklerdi. İşte bu örnekte olduğu gibi doğa durumu, insana yetmiş bin insanı öldürmeyi, kendi zihninde meşru hale getirebilmektedir.

İkinci Dünya Savaşı gibi insanlık tarihinden belki de gördüğü en büyük ve acımasız doğa durumu, insanlara yaşamak için öldürmenin değil de yaşatmanın ne kadar önemli olduğunu gösterdi. Bu yolda Birleşmiş Milletler ve Avrupa Konseyi gibi uluslararası etkisi olan kurumlar kuruldu. İnsan hakları kavramı ortaya atılarak insan olmanın ve insan onurunun kıymeti vurgulandı ve koruma altına alındı. Bir nevi uluslararası alanda düzen sağlanmaya çalışıldı. Bunun ne kadar başarılı olduğu elbette tartışılabilir ancak bir üniversite hocamın da dediği gibi bu durum, “gerçeğin bir bakış açısı sorunu” olmasından kaynaklıdır. Bugün yaratılan medeniyet, demokratik değerler, kurumlar esasında Batı için bile yeni sayılabilecek bir husustur. Dolayısıyla önümüzde uzun bir yol var. Katillerin fatih olmadığı bir dünyada yaşamak dileğiyle…